Ben aynı zamanda depremi yaşadım. Kendim de yani hem depremi yaşayan bir kişi olarak, hem de depremle çalışan uzman olarak depreme iki farklı yerden bakabilirim belki.
Biri; depremi yaşayan normal bir sıradan vatandaş olarak o depremde hissedilen şeyler, yapılanlar... tabi bu kişiden kişiye değişiyor depremin kişi üzerindeki etkisi. Kimi kişilerde donakalma tepkisi, kimi kişilerde yoğun bir panik hâli. Tabiî ki çok korkutucu felâket yani ve asrın felâketi olarak yorumlanan büyük bir travma deprem. Dolayısıyla depremin kişiler üzerindeki etkisi kişilerin hem başa çıkma mekanizmalarına göre, hem savunma mekanizmalarına göre değişkenlik gösteriyor.
Ben depremi yaşadıktan kısa bir süre sonra Ankara'ya gittim... evimiz hasar görmüştü çünkü... ailecek gittik. Ama kısa bir süre sonra hemen danışanlarıma ulaşmaya çalıştım ve onlarla -uzakta olduğum için- bilgisayardan Skype programı üzerinden görüşmelere başladım. Gönüllü bir şekilde bu hizmeti sundum bu arada; randevu oluşturup onlarla uzaktan görüştüğümde şunları gördüm: Enkaz altında kalan, günler sonra enkazdan çıkarılan, yakınlarını kaybeden birçok kişiyle çalışma fırsatım oldu. Bazı kişiler de hemen ilk depremden sonra uzaklaşabilmişler, müstakil bir yere geçebilmişler ya da farklı bir şehre taşınabilmişler... böyle bir imkâna sahip olmuşlar.
Meselâ depremde enkaz altında kalanlarla çalıştığımda duyduğum şey genel olarak şuydu:
Yani o enkazın altında günler geçmiş ama "uyudum, uyandım... uyudum, uyandım..."
Zaman kavramı çok belirsiz. Yani bizim düşündüğümüz üç günle dört günle, orada enkazın altında kalan kişi için o süre aynı değil.
Bunun dışında meselâ yakınlarını kaybetmiş; depremin ilk şokuyla bir üzüntü hissedemiyor. Kişi kendini sorguluyor: "Ben nasıl üzülemem?"
Ne olmak?
Disosiye...
Disosiye!
Disosiye Olmak Ne Demek Psikolojide?
Disosiye olmak demek şu: Eğer olayın duygu yükü çok fazlaysa ve kişi bu olayın duygu yükünün üstesinden gelebilecek durumda değilse olayı ve duyguyu birbirinden ayırıyor. Yani bunu bilinçli olarak yapmıyor aslında, bu bir savunma mekanizması, hepimizde var olan savunma mekanizmalarından biri. Olayı hatırlıyoruz, olayı anlatıyoruz ama olayın duygusu yok. Yani duygusu ve olay birbirinden ayrılmış durumda.
Anlatabildim mi?
Dolayısıyla kişi olayı hatırlıyor olsa bile... şey gibi düşünün... şöyle bir örnekle örneklendirebilirim belki bunu: hani ameliyatlarda narkoz verildiğinde hissetmeyiz... çünkü çok yoğun bir ağrı olacaktır ve bu ağrıyla birlikte ameliyat edemez doktorlar değil mi? Anestezi verirler örneğin...ya lokal ya da genel... ve kişi hissedemez, örneğin bacaklarını hissedemez. Ameliyattan çıkar, dokunur dokunur ama hissedemez... o dokunduğunu bilir ama his yoktur. His kaybı vardır değil mi? Neden vardır? Çünkü anestezi altındadır.
İşte duygu yükü çok fazla geldiğinde de kişi olayı bilir, hatırlar, anlatır ama duygusunu hissedemez. Bu geçici bir savunmaz mekanizması. Yani bu hep böyle kalacak diye bir şey yok. Travmalarda en sık yaşadığımız şeylerden biridir bu disosiye olma durumu. Belli bir zaman geçtikten sonra kişi güçlendikçe, başa çıkmaya başladıkça, içsel ve dışsal kaynakları arttıkça artık olayın duygusu da gelmeye başlar. Hani tıpkı bacakları hissetmeye başlamak gibi... o üzüntü, o yaşanılan yoğun tüm duygular belli bir süre geçtikten sonra yaşanabilir.
Sadece depremle ilgili değil aslında. Bir trafik kazası geçirir kişi meselâ... hiçbir şey hissedemeyebilir o anda. Belli bir zaman geçtikten sonra olayın duygusu gelmeye başlar. Yani kişinin güçlenmesi gerekiyor duyguyu hissedebilmek için. Bu da bazen zaman alan bir şey.
Eee dolayısıyla ilk etapta olan şeylerden biri buydu karşılaştığım durumlardan. Yani kişilerin duygusal olarak hissizleşmesi.
Bazı kişiler için de çaresizlik... çünkü o anda nereye gitseniz, hani güvenilir bir yer arıyorsunuz: yer. Ayağınızın altında bastığınız, o güvenle bastığınız yer artık size güven vermiyor... güveninizi sarsan bir şeyle karşı karşıyasınız. Uyumak istiyorsunuz ama kendinizi uykuya bırakamıyorsunuz... çünkü uykuda hazırlıksız yakalanma ihtimali var. Yoğun kaygı, yoğun korku, çaresizlik, âcizlik... bunların eşlik ettiği bir durum aslında deprem sonrası... duygu yoğunluğunun, duygusallığın çok fazla yaşandığı bir dönem aynı zamanda... dayanışmanın, birinin aramasının ya da bir destek olmasının normal zamanlardan çok daha fazla etki oluşturduğu zaman dilimleri.
Ben Ankara'ya giderken hiç unutmuyorum; işte Hatay'dan çıkınca Adana otoyolunda... karşıdan o kadar çok farklı şehirlerden yardım tırları geliyor ki, önünde yardım tırı olduğunu belirten yazılar falan var... o tırları görmek, işte farklı şehirlerden arkadaşların ulaşmaya çalışması, davet etmeleri... bunların oluşturduğu o duygu hissi tarif edilemez bir şey. Yani kişi o anda yalnız olmadığını, dayanışmanın ne kadar önemli olduğunu fark ediyor.
Benim bile şu an tüylerim diken diken oldu yani. Gözümün önüne getirdim o insanların bu tarafa doğru hani.
Şöyle: deprem anksiyetesi ve deprem fobisi çok benzer bir şey. Tıpkı sosyal fobiyle sosyal anksiyete gibi hani. Duymuşsunuzdur belki sosyal fobi, sosyal anksiyete benzer içerikler aslında... ikisi de hemen hemen aynı durumu tanımlayan şeyler.
Deprem anksiyetesi ya da anksiyetenin Türkçe karşılığı kaygı. (deprem kaygısı)
Ya da deprem fobisi. O fobi de korku. (deprem korkusu)
Yani korku, kaygı çok benzer içerikli şeyler.
Deprem anksiyetesi yaşamak için depremi yaşamış olmak gerekmiyor. Yani siz depremi yaşamasanız bile, başka bir yerde yaşandığını görmeniz, duymanız, izlemeniz yeterli bir durum bu anksiyetenin ortaya çıkması için.
Nedir bu anksiyete? Normal zamanlarda aslında her şey yolundayken, kişi güvendeyken, herhangi bir tehlike yokken kişinin, "ya deprem olursa!", "ben uyuyacağım ama ya gece yeniden önceki 7.6 gibi bir deprem ya da benzer bir depremi yaşarsam!" (vehmine kapılması)
Bu anksiyete hâli aslında hepimizde belli bir düzeyde kaygı var. Kaygı hayatın en temel duygularından biri. Aynı zamanda çok işlevsel de bir duygu. Nasıl bir işlevi var kaygının? Kaygı bize şunu söylüyor: risk var.
Aslında her duygunun bize ilettiği bir mesaj var.
Kaygı da bunlardan biri. Kaygı bize, "Bir risk var" diyor ve, "bu riskle ilgili alabileceğin önlemleri al."
Aslında temelde kaygının işlevi riskin varlığını haber vermek ve bununla ilgili önlemlerimizi almamızı sağlamak.
Korku ise şunu söyler: "bir tehlike var."
Korku, "Bu tehlike karşısında sen ya tehlikeyi yok et, yok edebiliyorsan; tehlikeyi yok edemiyorsan tehlikeden kaç. Savaş ya da kaç" yanıtı üretmemizi sağlar aslında. Böylelikle bizi hayatta tutmayı amaçlar. Korkunun misyonu da bu. Yani korkunun amacı bizi hayatta tutmak. Tehlikeyi ya yok edeceğiz ya da yok edemeyecek güçteysek kaçacağız, uzak duracağız.
Korku ile kaygı arasındaki temel fark burada aslında. Kaygı savaş ya da kaç tepkisi vermekten ziyade, "İşte böyle bir risk olabilir, bu riskle ilgili önlemini al" (der)
Bununla ilgili aslında bir soru vardı.
Buyurun.
En sona saklamıştım ama konuyu siz açtınız ben onu sorayım.
Evet buyurun.
 |
Deprem travması |
Deprem Korkusu Normal Mi?
Her duygunun kendine has bir özelliği vardır. Meselâ korku duygusu, insanları hatta hayvanları da bir çılgınlık yapmaktan alıkoyar veya onun tedbir almasına vesile olur. Deprem için de aynı şeyi söyleyebiliriz değil mi? Ruh sağlımızı bozmadan, hayatımızı cehenneme çevirmeden bu korkudan istifade edebilir miyiz demek istiyorum.
Kesinlikle öyle aynen çok doğru.
Şimdi biz kaygıya şöyle bakıyoruz:
Bir; bizde kaygıya yol açan şey gerçekçi mi? Yani hani gerçekten böyle bir risk var mı? Çünkü kaygı ile çalışan uzmanlar olarak şunu biliyoruz ki bazen kaygılandığımız şey çok gerçekçi bir kaygı değil. Yani daha böyle çok düşük bir risktir.... gerçekleşme olasılığı çok düşüktür ama o kadar çok kaygılanırız ki, "ya olursa" diye... gerçekleşme ihtimali çok düşük şeyler bile bazen bizi çok yüksek düzeyde bir kaygı içinde bırakabiliyor.
Kaygı gerçekçi mi? Gerçekten böyle bir risk var mı? Deprem anksiyetesi özelinde söylüyorum. Bu bir.
İkincisi; kaygım bende işlevsel bir rol mü üstleniyor, işlevimi mi bozuyor? Yani işlevsel olması demek şu demek: eğer kaygı benim tedbir almamı sağlıyorsa, güvenli bir yerde yaşamama vesile oluyorsa hani evimi kontrol ettiriyorsam, "güvenli bir ev mi? çalıştığım yer nasıl bir yer?" Beni tedbir almaya yöneltiyorsa bu iyi bir şey.
Hani kovit dönemini hatırlayın: kaygı bize ne yaptırdı? İşte maske taktık, mesafeye dikkat ettik, ellerimizi yıkadık, değil mi? Hijyene dikkat ettik. Bunları bize yaptıran şey neydi? Kaygıydı.
Ama hiç kaygı olmadığında hiçbir şekilde bir tedbir almıyoruz... yani riske açık hâle geliyoruz?
Bazen de kaygı çok yoğun olduğunda gece uyku uyuyamıyoruz, yemek yiyemiyoruz, bir şeye odaklanamıyoruz; işlevimizi bozuyor yani... işlevselliğimizi sürdüremiyoruz.
İşte kaygının işlevi sürdüren ve işlevi bozan bir etkisi var, oraya bakıyoruz. Eğer kaygı bizi işlevsel bir şeyler yapmaya yöneltiyorsa -az önce söylediğim gibi; tedbir aldırıyorsa, risklere karşı onlardan korunmamızı sağlıyorsa- kaygı harika bir görev üstleniyor aslında.
Ama işlevimizi bozuyorsa işte o zaman biz o işlevi bozan kaygının işlevsel hâle gelmesi için yardımcı oluyoruz. Amacımız kaygıyı tamamen ortadan kaldırmak değil. Yani (farz edelim amacımız) "kaygı yok olsun." Yok olursa riskleri nasıl göreceğiz ve nasıl tedbir alacağız?
Meselâ kovit dönemi kaygı yaşamayanlar maske takmadı, mesafeye dikkat etmedi; riske açık hâle geldi. Ya da sınav kaygısı olmayan bir öğrenci çok da ders çalışmıyor değil mi?
Kaygı kişiyi harekete geçirip tedbir aldırıyor. Bir miktar olması, yani belli bir seviyede olması (gerekiyor)
Ne zaman problem? Hani şöyle düşünün: bir tahlil yaptırıyorsunuz; vücudunuzda belli bir miktar enfeksiyon vardır. Hepimizin vardır. Örnek veriyorum, 3 ilâ 5 arasında... Ama ne zaman sorun olur? Bu yükseldiği zaman değil mi? Kaygı da böyle. Belli bir düzeyde olması faydalı... olması gereken. Kaygısızlık iyi bir şey değil aslında. Ama çok yüksek olduğu zaman problem. İşte biz o çok yüksek olduğunda genelde müdahale ediyoruz... o belli aralıklı hani başa çıkılabilir ama aynı zamanda işlevsel olarak da kaygıdan istifade edebileceğimiz hâle gelmesini istiyoruz.
Depremin Psikolojik Etkileriyle Başa Çıkma
Şimdiki soruya iki örnek vererek başlamak istiyorum:
Depremin ilk zamanlarında bir sallantı olunca veya yerin altından balyozla vuruyorlarmış gibi "güm" diye bir ses gelince evdekiler dışarı çıkardı. Sonra içeri bir girerdik; işte babam erkenden kömür sobasını yakmış, üstüne çayı da koymuş. Normalde akşam saatlerinde yakılır genellikle bizim evde soba. Bu, deprem fırtınası boyunca devam etti.
Bununla birlikte bir şey daha söylemek istiyorum, ardından soruya bağlayacağım konuyu. Depremden birkaç yıl evvel bir televizyon programında duymuştum: Uçak yolculuğu yapacak olan kişilerin hava alanında kendine veya bir başkasına hediyelik eşya almasının altında yatan sebep aslında korkuyla baş etmeymiş. İşte, "Kazasız belâsız bir yolculuk yapacağım, yere sağ salim ineceğim ve satın aldığım bu şeyi kullanacağım veya sahibine vereceğim" fikri.
Şu anlamı çıkarıyorum ben bu iki örnekten: İnsanlar hayat memat konusu olunca, "Hayat devam ediyor, her şey normale dönecek, bu da geçer..." düşüncesinden hareketle krizi atlatmaya, kendini rahatlatmaya çalışıyor.
Siz bu örnekler üzerinden nasıl bir yorum yaparsınız? Meselâ profesyonel bir destek almadan depremin psikolojik etkilerini nasıl azaltabiliriz ya da korkularla baş edebilir miyiz?
Genel olarak kişilerin farklı başa çıkma mekanizmalarından bahsetmişsiniz orada. Hani uçağa binerken uçak korkusuyla alâkalı... hediye alıyor ki indiğinde onu verecek. Aslında oraya bir anlam yüklüyor... yani yolunda, herhangi bir sıkıntı yok.
Aslında bu bir anlamda yine bir savunma mekanizması. Az önce disosiye olmak kavramını kullanmıştık ya duygu yükü çok fazla olduğunda kişi duyguyu ve olayı birbirinden ayırarak başa çıkıyor. Herkesin başa çıkma stratejisi, savunma mekanizması farklı, durumlar karşısında.
Şimdi burada anlattığınız durumda sanki yadsıma, yok sayma yani sanki böyle her şey çok normal, hiçbir şey olmamış... Yani depreme bakamama hâli var belki depremden bir kaçış.... depremi düşünmekten ya da depremin etkilerini düşünmek yerine... (kaçıyor, yok sayıyor)
Başa Çıkma Stratejileri
Şimdi üç farklı başa çıkma stratejimiz vardır genel anlamda: Duygusal başa çıkma stratejilerimiz, duygu odaklı olanlar var. Problem odaklı olanlar var. Bir de kaçınma dediğimiz başa çıkma stratejileri var.
Duygu Odaklı
Duygu odaklı olanlarda kişi o kadar yoğun bir duygu hisseder ki, o an o duygu yükünden kurtulmak ister. Bunun için bazen ağlar, bazen birine anlatır... hani içinde âdeta böyle büyük bir alev topu vardır.
Mevlâna'nın bir sözü var: "Dertli insan içi duman dolu odaya benzer. Onu dinlemek odaya pencere açmaktır."
Âdeta içi duman dolu bir odanın içinde ve anlatmak, konuşmak, ağlamak... o duygu yükünden arınmak yani hafifletmek (ister kişi.) Bu duygu odaklı başa çıkma.
Problem Odaklı
Bir de problem odaklı başa çıkma dediğimiz farklı bir şey var. Orada da kişi duyguya hiç temas etmiyor. Korkuya, kaygıya, endişeye, üzüntüye temas edememe hâli var.
Yüksek lisansta proje ödevi olarak başa çıkma stratejilerini cinsiyet açısından inceledim: "Kadınlar nasıl başa çıkıyor? Erkekler nasıl başa çıkıyor?" Yani bir sorun yaşadıklarında...
Kadınlar daha çok duygu odaklı... ağlayıp, konuşup o duygu yükünü atmaya yönelik.
Hem Türkiye'deki hem dünyadaki araştırmaları karşılaştırdım o dönemde.
Erkekler de şunu yapıyor: sorun ne? Sorunu hemen çözelim. Hemen çözüm odaklı. Problemi ortadan kaldıralım. Ne yapalım? Problemle ilgili ne yapılacaksa, o an probleme, duyguya temas etmeden hemen çözüme odaklanalım. Sobayı mı yakmak? Sobayı yakalım. Diyelim ki hasta mı? Hemen doktora gidelim, iğne yaptıralım, şunu yapalım, bunu yapalım... yani sorunu konuşmayalım, doğrudan çözümü eyleme geçirelim.
Kaçınma Odaklı
Bir de kaçınma dediğimiz strateji var. Kaçınma da, sanki hiçbir sorun yokmuş gibi, hayat normal akışındaymış gibi, yani "duygu ne", problem odaklı oralara hiç dokunmuyor, kaçıyor, uzak duruyor. Örnek veriyorum; sosyal kaygım var benim. Ne yapıyorum? Sosyal ortamlara girmiyorum. Evimin içinde oturuyorum, işimi yapıyorum, kalabalıklara girmiyorum, kendimce sorunun üstesinden geliyorum, ama bu aslında kaçınma stratejisi.
Dolayısıyla her insanın sorunlara yaklaşımı ve sorunlar karşısındaki başa çıkma stratejisi birbirinden farklı. Hem cinsiyetler açısından farklı, hem kişinin kendi karakter özelinde farklı. Dolayısıyla burada çeşitlilik, farklılık olabilir. Yani kişiler farklı başa çıkma stratejileriyle sorunların üstesinden gelmeye çalışıyor olabilirler.
Burada psikolojik olarak bazen kişinin başa çıkma gücü yeterlidir ama bazen kişi ne yaparsa yapsın o bir şekilde kişide anksiyeteye, depresyona, ya da bedensel mide ağrısı, baş ağrısı, strese bağlı ya da aksiyeteye bağlı bedensel semptomlara dönüşebiliyor. Böyle durumlarda da uzman desteği almak önemli.
Yani şöyle düşünün: kovit dönemine yeniden döneceğim. Çünkü o da önemli bir travmatik süreçti. Kovit döneminde bazı kişiler hastalığı ayakta atlattı değil mi? Biliyoruz. Ama bazı kişiler entübe oldu. Bazı kişiler kurtarılamadı. Burada belirleyen şey neydi? Kişilerin bağışıklık sistemi. Değil mi? Bağışıklık ne kadar güçlüyse dayanıklılık o kadar fazla, üstesinden gelmek o kadar kolay oluyor.
Aslında bu psikolojik dayanıklılık açısından da böyle. Eğer kişi psikolojik olarak dayanıklıysa, uygun başa çıkma stratejilerine sahipse, içsel olarak kaynakları güçlüyse, yaşadığı bir durumun üstesinden daha kolay gelebilir. Bir tehlikenin, travmatik bir durumun...
 |
Depremin psikolojik sonuçlarını tanıma ve hafifletme |
Ne Zaman Psikolojik Destek Almalıyız?
Ama eğer başa çıkma gücü yeterli değilse, içsel kaynakları yeterli gelmiyorsa o zaman dışarıdan bir destek almak gerekiyor.
Hani bağışıklık sistemimiz yetmediğinde ne yapıyoruz? Hastaneye gidiyoruz, serum taktırıyoruz, tedavi oluyoruz... dışarıdan bir destek alıyoruz.
Aslında bu psikolojik durumumuz için de geçerli. Eğer içeriden bir destekle, içsel kaynaklarımızla bunu halledemiyorsak, dışarıdan bir uzman desteği alarak halledebiliriz.
Hep şunu söylerim ben: deprem olduğunda bütün binalar sallandı, sarsıldı değil mi? Sallanmayan hiç bina yoktu. Ama hepsi çökmedi. Dayanıklı, güçlü olanlar ayakta kaldı ama sallandı.
Yani yaşadığımız her travmatik durum hepimizi sallar, sarsar ama hepimiz aynı düzeyde etkilenmeyiz... kimimiz büyük bir çöküntü yaşar, kimimiz ayakta atlatabiliriz. Bu sahip olduğumuz başa çıkma stratejileri ve içsel dayanıklılıkla ilgili bir durum.
Bir espri vardır: gece mezarlığın yanından geçerken ıslık çalmak.
Bu da bir kaçınma stratejisi aslında. Korkuyu kabul etmek yerine, "Evet ben korkuyorum, duygumu kabul ediyorum" demek yerine, sanki hiçbir tehlike, hiçbir korku yok (gibi davranılıyor) Burada bile kaçınma stratejisini görüyoruz aslında.
Deprem Korkusunu Yenmek İçin Ne Yapmalı?
Psikolojik Destek ve Korkuyla Baş Etme
Hocam, sürekli deprem olacakmış gibi hissetmek durumu var. "Deprem korkusundan uyuyamıyorum, depremden korkuyorum ne yapmalıyım, deprem korkusunu nasıl yenerim" gibi şikâyetlerle gelenler için nasıl bir danışmanlık süreci yürüyor?
Evet... şimdi travmayla çalışırken çoğunlukla iki farklı terapiyle çalışıyorum:
Biri EMDR terapisi. Spesifik olarak bir anı. Yani o an kişide travmaya yol açan bir sahne, bir anı. O anıya dair duyarsızlaştırma terapisi.
Bir de bilişsel davranışlı terapi çalışıyorum. Bilişsel davranışlı terapi şöyle bir terapi; bizim hissettiğimiz duyguların ortaya çıkmasına yol açan şey çoğunlukla aklımıza gelen şeyler: düşüncelerimiz, zihnimizde canlandırdıklarımız.
Örnek veriyorum, bir film izlerken biliyoruz ki orada rol yapılıyor değil mi? Ama sanki gerçekmiş gibi bizim duygumuza etki ediyor.
Şimdi aklımızdan geçenler, düşündüklerimiz, hatırladıklarımız bizim o an yaşadığımız duyguları canlandırabilme özelliğine sahip. Yani duygularımız bir şeyin gerçek olup olmamasına bakmıyor, hani o an yaşanıp yaşanmamasına bakmıyor. Sanki aklımızdan geçen şey o an yaşanıyor gibi. Siz bugün geçmişte yaşadığınız, üzüldüğünüz bir olayı hatırladığınızda yeniden üzülürsünüz ya da birine öfkelendiğiniz, bir anıyı hatırladığınızda öfkeniz yeniden canlanır. Hatırlamak, düşünmek o anki duygunun benzerini yeniden canlandırıyor. Yani o duyguyu sanki yeniden yaşıyorsunuz.
Dolayısıyla burada biz kişilere maruz bırakma terapisi yapıyoruz. Şuna bakmak çok önemli: şu an benim hissettiğim korkunun sebebi somut bir şey mi, yoksa aklımdan geçirdiğim yani düşündüğüm için mi duygum canlandı?
Hani film izlerken de biliyoruz ki gerçek değil ama duygunun canlanması demek.
Korku aslında vücudumuzun alârm sisteminin devreye girmesi.
Hani arabaların alârm sistemi vardır ya... bir tehlike algıladığında araba öterek bize haber verir. Ama biz biliriz ki algıladığı her tehlike gerçek değildir de mi? Bazen ne bileyim bir köpek değer, gök gürler, yanından ağır bir araç geçer, hafif yer sarsılır... araba, eğer hassas bir alârm sistemi varsa bu durumlarda bile öter hani. Ama biz bakarız, "Aa aslında çok büyük bir tehlike yokmuş. İşte neymiş? Yanından araç geçmiş. Neymiş? gök gürlemiş" deriz ve rahatlarız değil mi? Alârm ötse bile kontrol ederiz ve sonrasında da herhangi bir tehlike olmadığını görüp rahatlarız.
Şimdi benzer durum beynimizdeki alârm sistemimiz limbik sistemimiz olası tehlikeleri gerçek olsun veya olmasın, yani gerçekte o an yaşanıyor olsun veya aslında geçmişte yaşanmış bir şeyin hatırlanması olsun fark etmiyor. Dediğim gibi az önce, geçmişte yaşadığımız duygu ne ise bugün hatırladığımızda o duyguyu yeniden o an yaşıyor gibi duygusal kayıtlarımız canlanıyor.
Hele bu travmatik bir şeyse, işlenmemiş bir anı olarak kaydedildiği için, -az önce dedim ya duygu ve olay birbirinden ayrılıyor- bu zihinde farklı belleklerde kaydediliyor ve en ufak tetikleyen bir şeyle karşılaştığımızda, meselâ bir gürültü, meselâ bir sarsıntı, meselâ diyelim ki o gün bir yağmurun elimize düşmesi, hani dışarı çıktık yağmur yağıyordu, yağmur tanesinin elimize düşmesi bile bizi o âna götürüp o duyguyu yeniden canlandırabilir. Ama biz burada o an o duygu canlansa bile aslında şu an için ben güvendeyim, sadece geçmiş anılarım canlandı (diye düşünüyoruz.) Aslında yanlış alârm çaldı, hani arabanın alârmının algılaması gibi. Nasıl ki film izlerken geriliyoruz, ama sonra diyoruz ki, "ya rol yapıyorlar." Gerçekliğe baktığımız anda o duygudan çıkıveriyoruz değil mi?
Burada bazı şeyleri, yani düşünceleri ve gerçek tehlikeleri birbirinden ayırmayı öğreniyor terapide kişi. Düşüncelere maruz kalma çalışmaları yaparak o düşüncenin kişi üzerindeki etkisini azaltmayı hedefliyoruz.
Çünkü biz bir şeylerden ne kadar kaçarsak, kaçtığımız şey bizim peşimizden o kadar bizi kovalar. Örnek veriyorum; "bu düşünceyi düşünmeyeceğim, aklıma getirmeyeceğim getirmek istemiyorum" dediğimiz şeyler aslında bir şekilde daha çok aklımıza gelir.
Ben size desem ki meselâ, "Her şeyi düşünün, sakın ola kitabı düşünmeyin."
Aklımıza kitap gelir değil mi?
İşte terapide düşünceden kaçmak değil düşünceye maruz kalmak çalışması yapıyoruz. Nasıl biliyor musunuz? şöyle; Diyelim ki bir video izlediniz. Çok komik bir video. Güldünüz kahkahalarla. Aynı videoyu dört beş kere üst üste izlediğinizde ne olur? O ilk güldüğünüz kadar güler misiniz? Duygusal etki yok olur değil mi? İşte bu aslında her şey için geçerli. Maruz kaldığımız, düşüncelerimiz, hani bile isteye kontrollü bir şekilde tabi. "Ben hadi düşünceyi aklıma getireyim, maruz kalayım" gibi bir şey de değil. Bir uzman eşliğinde buna maruz kalma çalışması yaptığımızda korktuğumuz şeyleri canlandırmalar, bir süre sonra o aklımıza geldiğinde bile -hani nasıl ki dört beş kere izledikten sonra o ilk andaki duyguyu maruz kalma vermiyor, duyarsızlaşma gerçekleşiyor çünkü- benzer bir durum yapıyoruz terapide. Yani kişi korktuğu, kaygılandığı şeylerden kaçarak değil, yüzleşerek üstesinden geliyor ve o hatırladığı onu tetikleyen anıları fark ettiği zaman ve aklına geldiği zaman önceki kadar yoğun bir duygusal reaksiyon vermiyor. Bu şekilde.
Söyleşi teklifimi kabul ettiğiniz, zaman ayırıp sorularımı yanıtladığınız, depremin psikolojik etkileri hakkında bilgi verdiğiniz için teşekkür ederim.
Rica ederim. Ben teşekkür ederim bu fırsatı verdiğiniz için. Önemli bir konuydu bana göre. Çünkü deprem hayatımızın bir gerçeği, ülkemizin bir gerçeği. Belki bundan sonra yine yaşayacağız, hani tabi ki diliyorum ve umuyorum ki bir daha böyle büyük bir afet yaşamayalım ama deprem ülkesinde olduğumuz için muhtemelen yine depremlerle karşılaşacağız. Hem buna vurgu yaptığınız, bunu gündeme taşıdığınız hem de bununla ilgili başa çıkma stratejileri olsun, deprem kaygısı olsun, deprem travması olsun bunları konuşma fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ediyorum.