Hayat pahalılığı gün be gün artarak kendini belirgin şekilde hissettirmeye başlayınca, yazar Ahmet Sapa ile hayat pahalılığının nedeni ne, çözümü var mı, varsa ne olabilir, yoksullukla nasıl mücadele edilebilir sorularına cevap aradık. Ahmet Sapa, İslâm iktisat nizamı hususundaki engin bilgi birikimiyle toplumsal ekonomik sıkıntıları tarihî, siyasî ve iktisadî yönlerden ele alıp, çözüm yollarını da yine tarihten örnekler vererek anlattı.
“Bireysel çözümden ziyade, toplumsal çözüme odaklanmalıyız”
İçinde bulunduğumuz ekonomik ortam bir vatandaş olarak sizi nasıl etkiliyor? Hem kişisel, hem de ailevî etkilerini bizimle paylaşır mısınız?
Bismillâhirrahmanirrahîm.
Toplum olarak insanların içerisinde bulunduğu zaman dilimi herkes için bir zorluk dönemi. Bundan bizim geri kalmamız söz konusu değil. Bizler de bu krizi, zorluğu, sıkıntıyı fert ve aile olarak mutlak suretle yaşıyoruz.
Bireysel manada yaşantımızdan ziyade, toplumsal manadaki sıkıntının çözümünün olması gerektiği hususunu ortaya koymaya çalışıyoruz. Bizler bireysel bir şekilde baktığımız müddetçe aslında bu krizlerin bitmeyeceğini biliyoruz. Yani ferdî anlamda benim yapacağım birtakım çalışmalar, düzenlemeler belki benim hayatımda ailevî anlamda düzelmeler sağlamış olabilir.
Ama toplumdan kendimi soyutlayabilir miyim? “Ben kendi durumumu düzelttim, rahatım. Diğerleri ne olursa olsun” deme lüksümüz yok. Bir Müslüman olarak meseleye toplumsal bakmamızın zarurî olduğuna, buna dair çözümlerin, toplumun bundan çıkış yolunun ne olmasıyla alâkalı çalışmaların, düşüncelerin olması gerektiğine kanaat getiriyoruz. Buna dair bir çalışmanın olması lâzım, diyoruz.
Sürekli gelen zamlardan dolayı tasarruf tedbiri alıyor musunuz?
Az önce de dedim: Bireysel manada bizim alacağımız birtakım tedbirler geçicidir. Bir yere kadar yani. Ferdî anlamda herkes mutlak suretle kısıtlamalar yapıyor ama bizim, bu toplumu bu hâle kimler, nasıl, ne şekilde getirdiği meselesine odaklanmamız gerekiyor.
Toplumun kahir ekseriyetiyle ilgili ciddî problemlerin, krizlerin, çıkmazların yaşandığı bir süreci yaşıyoruz. Bunun neticesinde ise insanların buhranlara girdiği, insanların hayatlarına son vermeye kadar, cinnetlere kadar yol açtığı bir durumu yaşıyoruz. Şimdi buna dair bir çözüm ortaya koymamız gerekiyor.
Bireysel manada alınan tedbirler geçicidir. Zaten sistemlerin, düzenlerin istediği şey de budur: Yani tamam böyle bir kriz var; o zaman herkes birtakım tedbirler alsın, kısıtlamalar yapsın.
E tamam yani sizin ortaya koyduğunuz beceriksizliklerin, düzeninizin ortaya koyduğu çürüklüğün, şu insanların hayatlarına fatura edilmesinin anlamı ne? Neden? Niye yani? Sizin beceriksizliğinizin, kötü yönetiminizin ceremesini toplum niye çeksin? “Tedbirler alın” falan. Zaten Müslümanın müsrifi olmaz. Yani bu ister varlıkta, ister yoklukta olsun. Her zaman orta yolu tutmak zorundadır. Bu onun üzerine zaten bir hükümdür yani.
Ama kapitalist düzenin beceriksiz uygulamaları neticesinde, “Şunları yapalım, bunları yapalım, toplum şunu yapsın.” Hayır böyle bir şey yok.
Kaldı ki topluma bunu telkin edenlerin hayatlarında en ufak bir kısıtlama veyahut ihtiyaçlarından geri kalma durumu söz konusu değil.
Bizim esas müsebbiplere odaklanmamız gerektiği düşüncesindeyim.
Malûmdur; paranın alım gücü düşüyor. “Paranın değeri kalmadı” diyoruz ama aslında 1 lira bile kıymete bindi diyebiliriz. Çünkü insanlar cebindeki para daha çabuk tükenmesin diye, belediye halk ekmeği alabilmek için uzun kuyruklar oluşturmaya başladı artık. Tabi sadece ekmekle bitmiyor. Neden böyle oldu? Sıkıntının kaynağı ne? Nerede yanlış yapılıyor?
Fakirleştikce, cepteki para eridikçe kalan her bir şey tabi ki kıymetli oluyor. Fakirleşen toplumun refahından, ihtiyaçlarından, isteklerinden geri kalması söz konusu. Bizi buraya iten sebep meselesine odaklanmadığımız sürece bu problemlerden kurtuluş çaremiz yok.
Bakın bugün doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine bütün ülkelerin tamamında mevcut olan bir düzen var: Kapitalist iktisat düzeni. Hayatın her alanına hakim. Bu sistem belli aralıklarla hep krizler, problemler üretmiş. Fakiri daha fakir, zengini daha zengin bir hâle getirmiş. Bir avuç elitin Türkiye’sinde de bu böyledir, Amerika’sında da böyledir, diğer ülkelerde de böyledir.
Dünyanın en zengin kişilerine baktığımızda; yirmi, yirmi beş adamın servetinin, dört milyar insanın servetine denk olması, bu adaletsizliğin ortada olmasının açık bir göstergesidir.
Bu yönetimlerin neticesinde ortaya çıkmış zorluklar, sıkıntılar, krizler insanları bir ekmeğe muhtaç hâle getiriyor, bir ekmeği daha ucuza alabilmenin kuyruklarına sokabiliyor. Onun için şuraya gelmemiz lâzım; bu iş nasıl ortadan kalkar, bu işin çözümü nedir, çözümü olabilir mi?
Daha anlaşılır olması, okuyucuların daha kolay kavraması için, kapitalizmin insan ve toplum hayatı üzerindeki etki ve yansımalarından bahseder misiniz? Kapitalizm nasıl işliyor?
Temelde insanların iki meselesi vardır. Birincisi, yönetimden kaynaklı ilişkilerini ortaya koyan hususlar. İkincisi, ihtiyaçlarını temin edebilme adına ortaya konulmuş iktisadî düzenler. Bunlar doğru işletilmediği, doğru bir mekanizma üzerine oturtulmadığı sürece problemler bitmez. Biri yönetim yapısı, diğeri yönetim düzeni içinde hareket eden iktisadî yapısı. Yani ihtiyaçlarımızı temin edeceğimiz bir düzenden bahsediyoruz. Doğru veyahut yanlış.
Şimdi bu doğruysa, yani doğru bir yönetimse ve bu doğru yönetim doğru bir iktisadî düzeni ortaya koyuyorsa, büyük oranda problemler, kısa vadede olmasa da, orta ve uzun vadede ortadan kalkacaktır.
Kapitalist düzen ve bunun oluşturduğu iktisadî anlayış, az önce de belirttiğim gibi, toplumları fakirliğe mahkûm ediyor.
Kapitalizmin birtakım sacayakları vardır: Faizli bankalar, borsa sistemi, vergi sistemi, sigorta sistemi ve para sistemi. Yani bunlar şu düzenin sömürü sistemini oluşturan sacayaklarıdır. Şu düzen, bunun üzerinde hareket eden yapılar, kişiler, şirketler aracılığıyla o toplumun sahip olduğu kaynakları sömürür. Şimdi bu nasıl oluyor?
Kapitalizmin Sacayakları
Faizli Banka
Faizli banka sistemi ne demek? Bakın şimdi; Türkiye’de 2018 yılında sadece faizli kredilere, daha doğrusu bu bankaların yaptığı kâra baktığımızda, verdikleri faizli kredilerin oranı 282 milyar TL. Böyle bir gelir elde etmişler yani verdikleri faizli kredi neticesinde. Bugünkü kur üzerinden yaklaşık 25 milyar dolara tekabül eden bir şeyden bahsediyoruz yani. Rakamın korkunçluğunu görebiliyor musun? İşte bir avuç elitin oluşturdukları o düzen içerisinde, paradan para kazanmak suretiyle verdikleri kredilerle aldıkları para. Böyle muazzam bir şey var.
Borsa
Gelelim borsaya. Borsa sistemi dediğimiz şu değildir: Birtakım şirketlerin oluşturduğu gerçek yapılarla, o sistemin içerisine entegre ettikleri bir düzen değildir. Hayalî bir sistemdir bu. Neden hayalî diyoruz? Bakın şimdi; gerçekte bir şirket ve bununla ilgili birtakım üretim var. Şirket zarar etmemesine rağmen, borsa sisteminde hisselerin düşmesi itibariyle zarar olarak görülebiliyor. Aslında kâr etmiş ama hisse senetleri üzerinden zarar görülüyor. Veyahut zarar etmesine rağmen, hisse senetleri aracılığıyla kâr ettiği görülebiliyor. Hisse senetlerinin alım satımı anonim şirketler üzerinden yapıldığı için manipülâsyona açıktır.
Vergi
Diğer bir husus; vergiler. Az önce de sorduğunuz soruya binaen diyorum; hani dediniz ya, “Bu duruma nasıl geliniyor? Kriz nasıl oluşuyor?” Nasıl geliniyor bu duruma; önce buna kaynak olan temellerin anlaşılması lâzım. Kapitalist düzenlerin tamamında vergi esastır. Meselâ Türkiye’de 2018’de toplanan vergi 737 milyar TL. Türkiye’nin gayrisafi millî hâsılası 1 buçuk trilyon TL iken, düşünebiliyor musun 737 milyar TL sadece vergilerden oluşuyor. Vergiler kimden alınıyor? Halktan alınıyor. Bugün zorunlu olarak toplanan 300’ün üzerinde vergi ve harç var. Hayatımızın her ânı vergi. Elimizi attığımız her şey vergi yani.
Sigorta
E diğer sistem; işte sigortalar. Bunlar üzerinden birtakım kişiler büyük büyük paralar devşirir ve devletlerden daha zengin şirketler oluşturur. Sigorta sistemi dediğimiz; hayat sigortası, deprem sigortası, yangın sigortası, araç sigortası, şu bu. Memurdan, maaşlı işçiden kendi iradesinin dışında kesintiler yapılmak suretiyle, onun sağlık giderlerinin karşılanması hususunda düzenleme yapılır. Halka bir verilirken, o şirketler bin üzerinden ticaret sağlamış olur. Bunların topladıkları meblâğa bakıldığında korkunç bir rakam görülür. Bu sigortalarla alâkalı meselelerin tamamında o kadar oyun ve hile çok ki.
İslâm’da bu sistem var mı, yok mu, İslâm buna nasıl bakıyor meselesine geleyim. Şimdi, İslâm’da böyle bir şey yok. Neden yok? Çünkü ihtiyaç yok. Şu var: İslâm her bir ferdin ihtiyaçlarını tek tek garanti altına alır. Der ki; kişinin yeme içmesi, giyinmesi, barınması, güvenliği, sağlığı, eğitimi devletin garantisi altındadır. Bunlardan ücret talep edilemez.
Peki İslâm’da vergi kesintileri yok mu?
İslâm’da daimî hiçbir vergi yok.
O zaman halkın ihtiyaçları hangi kaynaklarla karşılanacak?
Çok basit. Burada mülkiyet meselesi açığa çıkar. Bugünkü en büyük sıkıntılardan biri, mülkiyet meselesinin birbirine girişik bir hâlde olması. İslâm; ferdî mülkiyeti, kamu mülkiyetini, devlet mülkiyetini kesin sınırlarla birbirinden ayırır. Yani hiçbir şekilde fertler, kamunun sahip olduğu mülkiyete sahip olamaz. Devlet, kendisine ait birtakım şeyleri fertlere devredebilir ama kamuya ait hiçbir malı, hiçbir şeyi devredemez.
Yani şöyle mi; meselâ “sağlık sektörünü özel şirketler işletemez.”
Bu zaten her bir ferdin garanti altına alınmış hakkı. Devlet üzerine farzdır. Birilerine ticarîleştirme için veremez. Eğitim için de bu böyle, güvenlik için de… Bu hususlar devlet güvencesi altındaysa; sizin canınız, malınız için sigorta yaptırmanızın bir gereği kalır mı artık? Böyle bir şeye ihtiyaç yok yani.
Şimdi devlet bunu hangi kaynaklarla, nasıl sağlıyor? Az önce bahsettiğimiz o mülkiyet meselesi kesin sınırlarla çizildiğinde, kamu mülkiyetine ait olan mallar doğru bir şekilde kullanıldığında, yukarıda anlattığım şeyler zaten ihtiyaç yoktur. Kaynaklar ortaya fazlasıyla çıkmış oluyor. Neler var bu kaynakların içinde? Meselâ birtakım araziler, öşür, feyler, ganimetler… Bunlardan devletin gelirleri vardır. Ama kamuya ait mallar esastır burada.
Günümüze baktığımızda yirmi, yirmi beş adam, 4 milyar insanın servetine nasıl sahip oluyor? Türkiye’de 2018 yılı itibariyle şu an %1’lik kesimin sahip olduğu varlıklar, ülke nüfusunun %56’sının sahip olduğuna denk. Yani 850 bin insanın mal varlığı, 85 milyonun mal varlığına denk. Adaletsizliği görebiliyor musun? Ve doymuyorlar. Muazzam bir düzensizlik ve dengesizlik var.
Kaynaklar doğru bir şekilde kullanıldığında problem aslında kendiliğinden ortadan kalkar. Yer altı kaynakları, fabrikalar doğru bir şekilde işletildiğinde, kamuya ait mallar fertlere, şirketlere verilmediğinde; fertlerin, şirketlerin zenginleşmesi mümkün olmayacaktır. Bizim yaşadığımız problem üretim veyahut kaynakların azlığı değildir. Aslında dağıtımın ciddî bir problem olmasının sonuçlarını yaşıyoruz. Aç gözlülük, doymak bilmeyen hırslar, kapitalist düzenle birleşmiştir.
İslâm’da kamuya ait olanı özelleştiremezsiniz.
Meselâ kapitalizmde yolları şirketlere veriyorsun. Diyorsun ki, “Burayı al sen işlet.” Deli Dumrul gibi değil mi? Geçenden 3, geçmeyenden 5 akçe alıp, böyle bir zulüm yapıyorsun sen yani.
Yine diyorum; fertlerin, sahip olması gereken mülklerin dışına çıkıp, sınırlarını aşarak devletin ve kamunun mallarına el uzattıkları için, devletten daha zengin bir hâle gelme ihtimali söz konusu. Üç beş adamın sahip olduğu servetin, toplumun sahip olduğu servetten çok daha büyük bir hâle gelmiş olması bundan kaynaklanıyor. Kapitalizmin sacayaklarını oluşturan sömürü araçları bunlardır işte. Bir bu araçlar, bir de bu ortamı hazırlayan yönetimler. Sacayaklarını kestiğinizde mülkiyet meselesi düzenlenir ve problem yaşamazsınız.
Para Sistemi
Esasen bu söyleşiyi yapmaya sebep olan çıkış noktası sizin bir Facebook paylaşımınız. Köklü Değişim sitesinde Ömer Salman imzalı bir yazıda, “Ekonomide altın ve gümüşe dayalı para sistemine geçin” cümlesi dikkatimi çekmişti. Açıkçası ekonomi bilimine hakim olmadığım için, mevcut hayat pahalılığı bana bu cümledeki önerinin parlak ve cazip bir fikir olduğunu düşündürttü. Size Facebook messengerdan bu husus hakkında yazdığımda, “Paranın dayanağı altın ve gümüştür. Kâğıdın başlı başına hiçbir değeri yoktur” demiştiniz. Altına dayalı para sistemi hakkında bizi bilgilendirir misiniz?
Altın ve gümüşe dayalı para sistemi asırlarca kullanılmış, denenmiş ve bu hususta krizlerden, enflasyondan, bugünkü bahsettiğimiz şeylerden uzak bir hayat yaşanmış. İster Osmanlı dönemine bakın, ister ondan öncekilere… Yani 13 asırdan daha fazla süre uygulanmış bir sistem.
Ne zamana kadar? İkinci Dünya Savaşı sürecine kadar. 1944 yılı itibariyle Amerika hegemon gücün dünya siyasetine ciddî şekilde ağırlığını koymasıyla birlikte, Bretton Woods kasabasında dünya ülkeleriyle bir anlaşma yapılır. Zaten literatürde de “Bretton Woods Anlaşması” diye geçer. Bu tarih bir milâttır aslında. Yani o döneme kadar ülkelerin paraları altın ve gümüş sistemine dayanıyor. Bu tarihten sonra Amerika o siyasî ve iktisadî gücünü kullanmak suretiyle şunu yaptı: “Bütün paralar dolara dayanacak, Amerikan doları altına dayanacak.” Bunu dünya ülkelerine kabul ettirdi. Bu birinci darbeydi.
Ama doların altın sistemine dayanması, istedikleri açığı oluşturma hususunda bir engeldi. Neden? Çünkü ne kadar altınınız varsa, ona mukabil dolar basabiliyorsunuz. Amerika’yı bu sistem engelliyordu. Doların altına dayanması meselesi, istedikleri manipülâsyonu sağlamaktan uzaktı. 1971’de doların altına endeksi kaldırıldı. Dolar artık herhangi bir şeye dayanmak zorunda değil. Değerini altından almıyor. Bunu dünya ülkelerine deklâre etti. Birçok ülke mırın kırın etmesine rağmen, dönemin Amerikan Hazine Bakanı, “Dolar bizim paramız, sizin probleminiz” diyerek, hegemon gücüyle bunu dünyaya kabul ettirdi. Şu an doların değerini belirleyen altın değil, Amerika’nın siyasî gücüdür.
Peki bu güç ortadan kalktığında ne olur? Elinizde ne kalır? Sadece kâğıt kalır. Kâğıt dediğimiz şey, ağaçların işlemden geçirilip piyasaya sürüldüğü bir şey.
Amerika’nın altın rezervine ve dolarına yani o kâğıda baktığımızda, sahip oldukları altın ve gümüş rezervi, basılan paranın %10’unu dahi karşılamıyor. Yani %90 koca bir açık var.
Erdoğan çıktı, “Merkez Bankası’nda 130 milyar dolar var” diye açıklama yaptı. “Bu kadar dolarım varsa güçlüyüm. Param değerini buradan alıyor” demek istiyorsun yani. Ben de diyorum ki; burada bu doların bu kâğıttan öteye geçecek bir şeyi yok esasen. Sadece şu an Amerika hayatta, ayakta olduğu için, siyasî güç düzleminde hakim olduğu için bu para bir kıymet olarak şimdilik duruyor.
![]() |
Ahmet Sapa, krizin İslâm İktisat Nizamı sayesinde çözüleceğini kaydetti |
İslâm İktisat Nizamı
Altın ve Gümüşe Dayalı Para Sistemi
Ama altın böyle değil. Devlet yıkılsa da, devletler parçalansa da sıkıntı olmaz. Çünkü paranız buna dayandığı sürece problem yaşamazsınız. Şöyle söyleyelim: Bugün Amerika Çin’le savaş hâline girerse doların hâli ne olur? Ne düzeye gelir? Dip yapar. Çünkü değerini siyasî gücünden alıyor. O gücün düşme ihtimali var.
Bakın, asırlarca İslâm içerisinde Müslümanlar hep savaş hâlindeydiler. Ama enflasyon diye bir şey göremezdiniz. Çünkü paranın dayanak noktası bu. Dün de altın değerliydi, bugün de, yarın da öyle olacak.
Meselâ pandemi sürecinde halktan tut, büyük şirketlere kadar, paraları nereye yatırdılar? Altına değil mi? Neden? Hani güvenli liman dedikleri şey o yani. Altın ve gümüşe dayalı sistemde kriz çıkma ihtimali çok çok düşüktür.
Karşılıksız kâğıt para basımı meselesine; birtakım adamların, şirketlerin tekelleştiği, üstünde manipülâsyonlar yaptığı, bunlarla haksız zenginlikler sağladığı, halkın ise fakirleştirildiği araçlar olarak bakıyoruz.
“İslâm’da dağıtım esastır”
Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun araştırmalarının Kasım ayı sonuçlarına göre; 4 kişilik ailenin sağlıklı, yeterli ve dengeli beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcaması tutarı, yani açlık sınırı 3 bin 191 lira olarak; gıda ile giyim, konut, ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer harcamaların toplam tutarı, yani yoksulluk sınırı 10 bin 396 lira olarak; bekâr bir çalışanın yaşama maliyeti de aylık 3 bin 902 lira olarak belirlenmiş. Tüketici Hakları Derneği’nin hesaplamalarına göre ülkemizde açlık ve yoksulluk sınırlarının altında yaşayan, daha doğrusu yaşamaya çalışan kişi sayısı 66 milyona ulaşmış. Bu 66 milyon vatandaşın açlık ve yoksulluk sınırını geçmesi, kalan 17 milyon vatandaşa yetişmesi için ne yapılması gerekir?
Problemler doğru bir şekilde tanımlandığında, çözümlere doğru bir şekilde ulaşmanın ilk adımını atabiliriz. Burada şimdi aslında tanımlanması gereken ilk şey ekonomidir. Tanım itibariyle baktığımızda eski Yunanca’da ekonomi “ev yönetme” manasındadır. Istılahî (terim) manada ise, insanların mal ve para ilişkisini oluşturan bir esas olarak ortaya çıkıyor.
Hem Türkiye’ye, hem dünya ülkelerine baktığımızda, piramidin üst tarafına doğru üç beş elitin çıktığını, halkın ise geniş bir tabana yayıldığını görebiliyoruz. Yani halk açısından fakirlik anlamında diyorum. Buna sebep gerçekte kaynakların ve üretimin azlığı mı, yoksa bunun dışındaki bir şey mi? Biz bunu iktisadî bilim ile iktisadî siyaset arasında tanımlıyoruz.
İktisat bilimi dediğimiz şey; üretim araçlarının, üretimin genişletilmesinden, işletilmesinden, yani safhaların tamamına kadar teknik bir konu olması itibariyle herhangi bir dine, inanca, kişiye, millete has olduğuna bakılmaksızın her insan için ortak bir anlayış olarak bakılır. Herkes her yerden alabilir. Bir problem yok.
İktisat siyasetine geldiğimizde ise bu bir inançtan kaynaklanan, daha doğrusu ideolojik bir şeydir, bakış açısından kaynaklanan bir esastır. Meselâ İslâm’ın sahip olduğu akide, yani iman edilen esas itibariyle mal ve hizmetlerin dağıtımı meselesinde kendisine göre bir mekanizması vardır. Yani dağıtımı esas edinmek suretiyle.
Kapitalizmin dağıtımda esas ettiği şey fiyat mekanizmasıdır. Komünizmde eşitlik meselesidir.
Yoksulu daha yoksul, zengini daha zengin bir hâle getiren sistem, bir avuç eliti buna götüren yollar, üretimden ve kaynakların azlığından ziyade, az önce bahsettiğim dağıtım meselesidir. Bugün dağıtımdaki dengesizliğin sonucunu halk yaşıyor. Kapitalist ekonomi düzeninde dağıtımdan ziyade almak vardır. Alma esastır.
Ama İslâm’da dağıtım esastır. Kaynaklar doğru, adil bir şekilde halka dağıtmak içindir.
İnsanlar fakirliği üretim eksikliğinden mi yaşıyor? Bir avuç elit, mal ve hizmetleri kendi bünyesinde toplamak suretiyle toplumu sömürüyor aslında. Nasıl sömürüyor? Az önce bahsettiğim mülkiyet meselesinden dolayı. Kamu ve devlet mülkiyetlerine fertlerin sahip olması, bunların istedikleri gibi bunlar üzerinde at koşturmaları toplumu daha da fakirleştirirken, onlar daha bir zenginleşmiş oluyor.
İslâm ekonomisinde toplumun her bir ferdinin sahip olması gereken temel ihtiyaçları; giyinmesi, barınması, yemesi, içmesi, güvenliği, sağlığı, eğitimi garanti edilmesi gerekir. Bu dağıtımdır.
Kapitalist sistemde herkesten vergi alınır. Paranız varsa okursunuz, paranız varsa yoldan geçersiniz, belli bir düzeyde. Yani işte alma esastır diyoruz. Şu an mevcut gıda kaynakları, dünya nüfusunun 3 katına yetecek düzeydedir. Ama yirmi birinci yüzyılın dünyasında hâlâ insanlar açlıktan ölüyor. Demek ki mesele üretim meselesi değil, adil bir dağıtımın olmaması meselesi. Bozuk sistemle doğru bir sonuca ulaşma, bu problemleri ortadan kaldırma ihtimaliniz yok. Yok yani. 100 yıldır yok.
Dedim ya; insanların temelde iki meselesi vardır. Birincisi yönetimle alâkalı olan. İkincisiyse ihtiyaçlarının karşılanmasıyla alakalı iktisadî düzen. Birincisi ikincisini düzenler. Yani yönetim doğru bir temel ve akide üzerineyse bu problemler ortadan kalkar.
“Geçici çözümler ağrı kesicidir”
Neden çözüme yönelmiyoruz? Her 5 yılda, 10 yılda bir yaşanan krizlerden, her gün fakirleşmekten, zorluklara duçar kalmaktan zevk mi alıyoruz yani! Her problemin çözümü vardır. Bu problemin de aslî çözümü İslâm iktisat nizamıdır.
Eğer buna gücünüz yetiyorsa, bununla alâkalı gerçekten bir irade ortaya koyacaksanız, kesinlikle halktan yana bir tavır almak istiyorsanız bu zorunludur ve gerçekten iktisadî anlamda bir rahatlama olur.
Ama hayır, “Bu sistem böyle gelmiş, böyle gider” derseniz, insanların gözünü boyamak suretiyle partileri, liderleri değiştirirsiniz. Geçici çözümlerle insanları oyalamış olursunuz.
Şu hükûmet 20 yıldır iktidarda. 2001 krizinden sonra gelen iktidar evet üç beş sene özelleştirmelerle, sıcak paralarla, şunlarla bunlarla istikrar sağlar gibi yaptı. Nereye geldik şu an? Geldiğimiz nokta neresi? 2001 dönemine geldik, belki daha gerisine geldik. N’ oldu? Hani şöyle uçuluyordu, kaçılıyordu? N’ oldu, n’ oldu yani? Gelinen noktada elinde patladı.
Ha buna parti ve şahıs düzeyinden bakmıyorum. Yoksa cumhuriyet tarihi boyunca hangisi gelmişse aynı problemler, aynı sıkıntılar. Sistemle alâkalı bu. Sistemin kendisi bir avuç elite çalışır, halka çalışmaz. Halktan alma üzerinedir. Bu sistem içerisinde ürettiğiniz geçici çözümler sadece ağrı kesici vaziyetindedir. Öteye geçmeyecektir. Partilerin ve şahısların değişmesi bir şey değiştirmeyecektir.
Söyleşi teklifimi kabul ettiğiniz ve zaman ayırıp soruları cevaplandırdığınız için teşekkür ederim. Ayrıca herkese bol kazançlar ve bereketli harcamalar dilerim.
Ben teşekkür ederim.
Yani hiçbir şekilde fertler, kamunun sahip olduğu mülkiyete sahip olamaz. Bence çok güzel bir düşünce.
YanıtlaSilYorumun için teşekkür ederim. :)
Sil